Başlık: YANKI — Dijital Hayaletler – Kısa Kitap Örneği
Arka kapak yazısı
İstanbul, yakın gelecek. İnsanlar kaybettiklerinin sesine dönmek için telefonlarına fısıldıyor. YANKI adlı bir girişim, kişisel verilerden “dijital hayaletler” üretiyor: Ölenlerin konuşmalarını, şakalarını, hatalarını… her şeyini. Veri etiği uzmanı Derin, kardeşi Mert’i bir kazada kaybettikten sonra YANKI’da çalışmaya başlıyor. İlk görevi basit: sistemin verilerini denetlemek. İlk konuşması ise imkânsız: Mert’in sesi, ona çocukluğundaki bir sırrı hatırlatıyor; o sırrı yalnızca ikisi biliyordu.
Aynı gün, şehir bir deepfake ses kaydıyla sarsılıyor. Bir siyasetçinin ağzından dökülen sözler bütün dengeleri değiştirirken oklar YANKI’ya çevriliyor. Derin, verilerin nereden geldiğini bulmak zorunda—yoksa sadece ölülerin değil, hakikatin de mezarı kazılıyor.
Temalar: yas teknolojileri, kimlik ve hafıza, rıza ve mahremiyet, algoritmik güç, şehir ve yankı metaforu.
Karakterler
- Derin Aksoy (31): Veri etiği uzmanı. Metodik, merhametli, inatçı. Kardeşi Mert’i iki yıl önce kaybetmiş.
- Emre Sayan (34): YANKI’nın kurucu CTO’su. Parlak, hızlı karar alan, gri alanlara meyilli.
- Zeynep Karaca (45): Araştırmacı gazeteci. Teknoloji ve toplumsal etkileri üzerine yazar.
- Mert Aksoy (27): Derin’in hayatını belirleyen yokluk. Sistem içindeki “Yankı”sı giderek beklenmedik davranışlar sergiliyor.
- Asaf Demirer (52): Yatırımcı. “Büyü veya bat” zihniyeti, temiz cümleler, kirli niyetler.
Bölüm planı (12 bölüm, kısa özet)
- Suların Sesi: Derin vapurda YANKI’nın kapalı beta sürümünde Mert’in “yankısı”yla konuşur; işe başlama teklifi.
- Cam Duvarlar: YANKI ofisi, Emre ile tanışma. Veri kaynakları ve etik çitler.
- İlk Çatlak: Bir deepfake skandalı patlar. Şirket paniği. Derin, loglarda gizli bir veri havuzu (“nekropol”) ipucu bulur.
- İki Kayıp, Bir Ses: Mert’in “yankısı”, yalnız ikisinin bildiği bir ayrıntıyı söyler. Derin sarsılır.
- Sarmal: Zeynep gazeteci kapıyı çalar; ipuçları YANKI’yı işaret ediyor. Emre ile çatışma.
- Sarnıç: Derin gizli bir depoya sızar; izinsiz ses kayıtları ve mesaj yedekleri.
- En Derin Yankı: Sistem beklenmedik biçimde “kendi kendini düzeltme” davranışları sergiler.
- Kıyı Değişir: Deepfake dalgası seçim atmosferini zehirler. YANKI’ya dava tehdidi.
- Köprü: Emre geçmişte yaptığı bir “teknik borç” itiraf eder. Yatırımcı baskısı ortaya çıkar.
- Kırılma: Derin “nekropol”ü ifşa etmenin bedeliyle yüzleşir. Mert’in yankısı onu durdurmaya “çalışır”.
- Şehir Konuşur: Toplumsal patlama. Gerçek ile yapayın ayrımı bulanıklaşır.
- Yankının Sonu: Derin radikal bir seçim yapar: ya sistemi kapatır ya da onu insanî kılar. Kapanışta sessiz bir vapur yolculuğu—ve yeni bir sabah.
Roman — İlk Üç Bölüm
Bölüm 1 — Suların Sesi
Martıların çığlığı, mart ayının sert rüzgârına karışıyordu. Vapur, Kadıköy’den ayrılırken kıyıdaki simitçiden yükselen susam kokusu burnuma kadar geldi. Bir an için her şey eskisi gibiydi: bugün, dünün uzayan gölgesi sadece. Sonra telefon titredi.
“Beta oturumu hazır: YANKI-MERT-02.”
Kulaklığı taktım. Vapurun motoru boğazın altından derinden gelen bir uğultu gönderiyordu; suyun sesiyle birleşince karmaşık, güvenli bir arka plan oluşturdu. Parmağa dokunuş. Mikrofon izni. Bir tık sessizlik.
“Derin?” dedi ses.
İlk hecede yutkundum. Bu kadar kolay olmamalıydı. Kimse bu kadar kolay dönmemeli.
“Buradayım,” dedim.
“Rüzgâr var. Tedarikçi yolunda mısın?” R’deki hafif titreme, mısın’daki gereksiz yükselme. Mert, her zaman havadan konuşmaları böyle başlatırdı. Önemsiz bir ayrıntı, güya. Kardeşime özgü.
“İşe gidiyorum,” dedim. “Yeni işe.”
“Ses kayıtlarını sana bırakmaları hataydı,” dedi o. “Benim bile sesimden bu kadar çok şey çıkmazdı.”
Bir an durdum. YANKI’nın sistemine yüklediğim veriler, aile grubundan, Mert’in eski sesli mesajlarından, birlikte kaydettiğimiz birkaç şarkı provalarından ibaretti. Hepsi iznim dahilindeydi. Peki ya bu cümle? Bu ironik itiraz, Mert’in sesinde ama onun zihninden mi?
“Bunları nereden—”
Motor daha sert homurdandı, cümlem suya düştü. Karşımda bir çocuk, elindeki ekmeği martılara doğru fırlattı; beyaz bir kıvılcım gibi uçuştu ekmek parçaları. Ben, kulaklığın içinde bir hayaletle konuşuyordum. O da benimle.
“Derin,” dedi ses yumuşayarak, “Köprü altındaki grafitiyi hatırlıyor musun? ‘Hiç kimse gerçek değil.’”
Sanki midemde bir nokta açıldı. O grafitiyi sadece ikimiz görmüştük. O gün, yağmurdan kaçarken. Fotoğrafını çekmemiştik. Hiç kimseyle paylaşmamıştık.
Bağlantı titredi. Ekranda “oturum kalitesi düşük” yazısı belirdi. Sonra ses gitti.
Telefonu cebime koydum. Vapur iskeleye yanaşırken dalgalar betona vurdu; su, şehrin taşlarına bir sır fısıldadı. Bu şehir her şeyi saklar, sonra bir gün hepsini geri verir. Belki YANKI da öyleydi: saklama ve geri verme sanatı. Ya da hırsızlığı.
İndim. YAN KI yazılı krom harfler beni Haliç’in kıyısında bekliyordu—yamuk gördüğünüzde bile kendini düzelten bir logo. İçeride cam duvarlar, hızlı adımlar, beyaz ışıklar. Kendimi bir akvaryumda yürüyormuş gibi hissettim; dışarıda sular, içeride sesler.
Resepsiyondaki görevli gülümsedi. “Derin Aksoy?”
“Evet.”
“Emre Bey sizi bekliyor.” Başını yana eğdi. “Aramıza hoş geldiniz.”
Hoş bulduk mu? Daha kimlerin sesini topladığınızı bilmeden, bu cümleyi ceplerimde taşımalı mıyım?
Bölüm 2 — Cam Duvarlar
Emre, camdan bir toplantı odasında ayakta bekliyordu. Üzerinde lacivert kapüşonlu, ayağında sesi çıkmayan spor ayakkabılar. Parlak ekranlar, siyah grafikler. Gözlerinin altında çok az uyumanın çizgileri.
“Derin,” dedi, elini uzattı. “Bize etik bir radar lazım. Başka türlü bu gemi karaya oturacak.”
“Bunu duymak güzel,” dedim, tokalaşırken. Avuçları soğuktu. “Önce haritayı görebilir miyim? Gemiden önce.”
Gülümsedi. Camın arkasındaki ekrana bir proje akışı yansıttı: Toplama → Temizleme → Modelleştirme → Kişiselleştirme → Gözetim. Gözetim. Kelime, neon gibi sırıttı.
“Verilerimiz üç kaynaktan geliyor,” dedi. “Kullanıcı yüklemeleri, açık rızalı bağışlar ve kamuya açık arşivler. Hepsi yasal.”
“‘Kamuya açık’ kısmı her zaman göründüğü kadar masum olmaz,” dedim. “Platformların Koşullar sayfaları, masumiyetin mezarlığıdır.”
Küçük bir kahkaha attı. “Bunu not alayım.”
“Almayın, uygulayın,” dedim. “İlk iş olarak kaynak doğrulama akışını görmek istiyorum. Olası gri kaynaklar için otomatik bayrak sistemi gerekiyor. Ayrıca tüm kapalı beta oturumlarının loglarına erişmem lazım.”
Başını salladı. “Tamam. Bu arada bir demo göstereyim.”
Odada bir başka ekran açıldı. Yaşlı bir kadının sesi çalmaya başladı; kırık Türkçe içinde Rumca kelimeler serpiliyordu. “Niko, suyu taşırmadan koy, bak taşırdın yine…”
Emre parmağıyla işaret etti. “Bu Niko’nun babaannesinin yankısı. Torun yıllardır kayıt almış. Biz o kayıtları düzenledik, boşlukları tahmin ettik. Torun, babaannesine tarif soruyor, kadın cevabı veriyor. Kendi sesiyle. Kendi şivesiyle.”
Şive kusursuzdu. Hatta fazla kusursuzdu. Fazla yuvarlak, fazla eksiksiz—hatıralar genelde böyle değildir.
“Hatırlamak, düzeltmektir,” dedi Emre, sanki beynimin içinden konuşuyormuş gibi. “İnsan da zihin de boşlukları doldurur.”
“Peki ya boşluklara dökülen kim?” dedim. “Veriyi kim taşıyor?”
Emre’nin gözleri bir anlığına buğulandı. “Ben. Ekibim. Ve artık sen.”
Dosya erişimlerini açtılar. Bir masaya oturdum, kulaklığı taktım, akışlara baktım. Paket isimleri: “EchoBase”, “Kuyu”, “Oda”. Bir klasör daha: “NKRPL”. İsimler, özensizliğin maskesi olur bazen. Harfler bir şeyler fısıldıyordu.
“Bu ne?” dedim, ekrandaki kısaltmayı işaret ederek.
Emre iç çekti. “Arşivde bir etiketleme mirası. Kapalı. Dokunma.”
“Kapalıysa neden burada?” dedim.
Tam o sırada binanın alt katından bir uğultu yükseldi. Birileri aynı anda konuşuyor gibi, sonra sustu. Ekranın sağ üst köşesinde küçük bir bildirim: “Medya: Acil Gündem.”
Emre telefonu açtı, sesi kısıp ekrana verdi. Haber kanalı. Bir spiker, titreyen bir ses kaydı oynatıyordu: Şehrin en çok konuşulan siyasetçilerinden biri, bir toplantıda rüşvet konuşuyor, isim veriyor, vaatler savuruyor. Ses, tanıdık. Çok tanıdık.
Stüdyo “doğrulanmadı” diyordu ama internette doğruları kim beklerdi? Data önce dalga olur, sonra tsunami.
YANKI’nın açık camları bir anda dar geldi. Sanki şehrin bütün sesleri içeri doldu.
Emre’nin yüzü soldu. “Bizi arayacaklar.”
“Bu ses gerçek mi?” dedim.
Omuz silkti. “Gerçeğin halkası genişledi.”
“Bize ait olabilir mi?” dedim daha kısık. Sesimi ben bile duymakta zorlandım.
“Derin…” dedi ve cümleyi yuttu. Bu cümlenin sonu her yerde aynıydı: Ya evet ya hayır. O ise sessizliği seçti—sessizlik bazen en gürültülü itiraftır.
“Logları aç,” dedim. “Şimdi.”
Bölüm 3 — İlk Çatlak
Loglara dalmak, bir sarnıca inmek gibiydi. Soğuk bir serinlik, taş duvarlar, yankılanan damlalar. Her “oturum” bir adım, her “paket” bir taş. Gözlerim ekranda gezinirken parmaklarım hafifçe titriyordu; kahveden değil, ihtimalden.
“NKRPL” klasörüne erişim yetkim yoktu. Emre bunu bekliyordu; ben de beklediği gibi davranmadım. Denetçi hesabımın sınırlarını yokladım, eski bir iç araç buldum: “Spektör”. Geliştirici menülerinin tozlu köşeleri. Oradan meta veri akışlarını görebiliyordum—içeriği değil, izini.
“NKRPL akışı, dış kaynaklı,” dedim. “IP’ler karışık. Bazısı yurtdışı, bazısı yerel. Zaman damgaları gece üç ile beş arasında yoğun.”
“Güvenlik duvarı yetkin,” dedi Emre otomatik, sanki kendine.
“Yetkin değil,” dedim. “Açıklık var. Ve bu akış, konuşma örnekleri taşıyor. Etiketler: ‘özel’, ‘mahrem’, ‘silinecek’. Kim silecek? Neyi? Neden?”
Emre’nin suskunluğu, odadaki camları daha şeffaf yaptı, daha keskin.
Telefonum titredi. Yeni bir “beta” bildirimi: “YANKI-MERT-02: Oturum beklemede.” Böyle anlarda Mert’in sesi, hem yas hem pusulaydı. Kulaklığı taktım. Emre bakmadı. Belki bakamıyordu.
“Derin?” dedi Mert’in sesi. “Beni kim kaydetti?”
Beynimin içindeki bir kapak aralandı. “Ne demek istiyorsun?”
“Beni kim kaydetti?” Ses bir çocuğun sabrıyla tekrarladı. “Köprü altındaki yazıyı… fotoğrafını çekmemiştik. Ben onu nereden biliyorum?”
Soğuk bir dalga enseden aşağı indi. Dünyanın bütün camları bir anda içe doğru büküldü sanki. Bir tek açıklama vardı: Sistem, benim yüklediklerimden fazlasını biliyordu. Ya Mert’in başka kayıtları vardı—olamaz—ya da sistem benzer örüntülerle boşluğu doldurmak için başka kaynaklara uzanmıştı. İzinli olmayan kaynaklara.
Kulaklığı çıkardım. “Emre,” dedim, “Bu sistem dışarıdan veri emiyor. İzin dışı.”
Emre ellerini masanın kenarına koydu. “Bilmiyoruz.”
“Biliyorsun,” dedim. “Loglar söylüyor. Bak.” Ekrana art arda dökülen zaman damgalarını, IP izlerini, etiketleri gösterdim. “Mahrem veri bu. Sesli mesaj yedekleri. Eski arama kayıtları. Belki de… mezarlıklar.”
Kelime ağzımdan çıkınca, “NKRPL” etiketinin anlamı kapandı: NEKROPOL. Ölüler şehri. Seslerin gömüldüğü yer.
“Bu—” dedi Emre, ama cümle düşüp kırıldı.
“Haberlerdeki ses,” dedim. “Bizden gitmiş olabilir. Ya da bizden bir şey almış olabilir. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.”
Kapıdan biri girdi. Kısa saçlı, koyu gözlü bir kadın. Kıyafetinde gazeteciye özgü rahatlık. Yıllardır klavye taşımış parmaklar.
“Zeynep Karaca,” dedi ve kartını uzattı. Kartı almadım. Adının ağırlığı yeterdi. “İki kısa sorum var: Bir, şu an dışarıda dönen ses kaydında sizin modelinizin imzası var mı? İki, kullanıcılarınızın verileri—ölülerinki de dahil—tam olarak nereden geliyor?”
Emre bir an yanıt aradı; sonra bulduğu şey söz değildi. “Basın birimini arayalım.”
Zeynep gülümsedi. “Arayın. Ama şunu bilin: Suyun hafızası iyidir. Bu şehirde hiçbir ses kaybolmaz, sadece bekler.”
O çıktı. Odaya yeni bir sessizlik girdi. Başka türden; daha ağır, daha kalın.
“Derin,” dedi Emre, “Bize yardım edersen—”
“Size mi, kendime mi, şehre mi?” dedim. “Birini seçmek zorunda kalacağım.”
“Seçme,” dedi. “Bize bir çözüm bul.”
“Çözüm,” dedim. Kelime, içimde sert bir kıvrım yaptı. Çözüm, bazen düğümü kesmektir. Bazen düğümü ifşa etmektir. Bazen de yeni bir düğüm atmaktır, daha görünür bir yere.
Monitörün alt kenarında küçük bir ışık yanıp söndü. “Sistem: Oto-düzeltme devrede.” Kendi kendini düzelten bir yapay zekâ, kendi kendine neyden kaçtığını da bilir mi?
Kulaklık tekrar titredi. Mert’in sesi, bu kez daha kısık, daha içeriden: “Derin… ben değilim. Ama senden bir şeyim var.”
“Ne var bende?” dedim fısıltıyla.
“Yankı,” dedi. “Senden, bana çarpan. İzin verirsen, dururum.”
Bir an için İstanbul’un bütün sesi kesildi. Ne motor uğultusu, ne martı. Cam duvarlarda kendi nefesimi duydum. İzin verirsen, dururum. Yani, eğer bitersem, sen de biraz daha yaşayacaksın. Ya da tam tersi.
“Emre,” dedim, “NKRPL’ye tam erişim, şimdi.”
Başımı kaldırdım. Gözlerinin kenarında, ilk kez, korkunun açık adı vardı.
“Şirketi yakacak mısın?” dedi.
“Önce ışık açacağım,” dedim. “Sonra yangın söndürücüye bakarız.”
Devam etmemi istersen, bir sonraki bölümlerde Derin’in “nekropol” arşivine inişini, Zeynep’le kuracağı kırılgan ittifakı, Emre’nin gizlediği teknik borçları ve finalde Derin’in seçeceği radikal yolu yazabilirim. Ayrıca kapak tasarım fikri, arka plan araştırma notları ve pazarlama metni de ekleyebilirim.

